şu boğaz harbi nedir? var mı ki dünyâda eşi?
en kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-tepeden yol bularak geçmek için marmaraya-
kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
nerde -gösterdiği vahşetle- bu: bir avrupalı!
dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
ostralyayla berâber bakıyorsun: kanada!
çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
sâde bir hâdise var ortada: vahşetler denk.
kimi hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
hani, tâûna da züldür bu rezîl istîlâ!
maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
âsımın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
i̇şte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
o, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
bir hilâl uğruna, yâ rab, ne güneşler batıyor!
ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi...
bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
gömelim gel seni târîhe desem, sığmazsın.
bu, taşındır diyerek
kâbeyi diksem başına;
rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
sana âgûşunu açmış duruyor peygamber.
(bkz: mehmet akif ersoy)